Gülsüm Güler Özen: "Bir kadın olarak sistem beni en çok nereden vuruyorsa tırnaklarımı oradan çıkarıyorum."
Sert, provokatif ve öfkeli bir kadın...
Yaptığı iki filmiyle de ataerkil sistemin lastiklerini gerip koparmaya çalışan, filmlerinde kendi dilinde ağır küfürler savuran, sorgulayıcı ve sorgulatıcı, güçlü bir kadın. Avustralya'da yaşamını sürdüren Gülsüm Güler Özen ile filmlerini ve tarzını konuştuk. Keyifli okumalar.
KFYD için söyleşen: Olcay Seda Özaltan
Merhaba Gülsüm, sohbetimize hoş geldin. Bize biraz kendinden bahseder misin?
Merhabalar, ben Gülsüm Güler Özen. 1982 Manisa doğumluyum. Ankara Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Radyo, TV ve Sinema bölümünden 2007 yılında mezun oldum. 2012 yılından beri Avustralya’da yaşıyorum. Melbourne Üniversitesinde "Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları" üzerine yüksek lisans yapıyorum. Postkolonyal feminizm ve Afrikalı kadın yönetmenlerin filmleri ile ilgili tez çalışmamı sürdürüyorum.
Film çekmeye nasıl ve ne zaman karar verdin? Neden film yapıyorsun?
Üniversiteye gittiğimde sinemacı olacağım diye bir derdim yoktu aslında. Hatta üniversite hayatım boyunca ilgim, iyi bir izleyici düzeyindeydi sadece. Ben daha çok habercilikle ilgiliydim. O yaşların heyecanıyla savaş muhabiri olma hayalleri falan kuruyordum. TRT Haber Dairesinde geçen bir gönüllü kölelik yılından sonra son buldu bu hayaller tabii. Sonra İstanbul'da dizi setlerinde şansımı denedim. Tam anlamıyla doluya tutulmak gibi bir tecrübeydi. Kesinlikle bana göre değildi. Ben işin yönetme değil yazma kısmı ile ilgiliydim. Aklıma gelen bir hikayeyi yazıya dökme çabası, onu senaryolaştırma fikrini canlandırdı. Uzun metraj bir film senaryosuydu bu ve ben o senaryoyu bitirdiğimde plan plan neyin nasıl çekilmesi gerektiğine karar vermiş halde buldum kendimi. Yönetmenlik sevdası da o şekilde başlamış oldu.
Kısa filme karşı mesafeliydim her zaman. Genel kanının aksine kısa filmin çok daha zor olduğunu düşünüyordum. Hala da öyle düşünüyorum.
Oldukça sert bir tavrın var filmlerinde. Böyle kadın yönetmenler görmeye pek alışık değiliz. Tarzını oluşturma sürecinden bahseder misin biraz?
Belki de tam da bu yüzden bu noktadayım. Sadece kadın olduğunuz için belli bir tavrın, tarzın ya da herhangi bir pratiğin sizden beklenmemesi, yadırganması durumu sizi haklı olarak provoke ediyor ve buna karşı politik bir tavır geliştirme derdine düşüyorsunuz. Ben bir kadın yönetmen olarak kadının kendi bedeniyle ve diğer bedenlerle ilişkisine hayli kafa yoruyorum. Bunu açıktan tartışıyorum ve bu tartışma, yaptığım filmlerde karşılığını eleştirel ve politik bir tavır olarak buluyor. Bir kadın olarak sistem beni en çok nereden vuruyorsa tırnaklarımı oradan çıkarıyorum. Sert, provokatif ve öfkeli her iki filmim de. Sağlam bir küfür savurmak gibi benim için. Bana da iyi gelen, beni sağaltan bir tarafı var bu sert dediğiniz tarzın.
2017’de tamamladığın ‘Bang Bang’ filmindeki sahneler, Türk sinemasında çok karşılaşmadığımız türden sahneler. Oyuncularını, set ekibini nasıl ikna ettin? Kalabalık bir ekip miydiniz? Çalışmak zor oldu mu?
İlginç bir şekilde hiç zor olmadı. Bu konuda oldukça şanslıydım. Teklif götürdüğümüz iki oyuncu da tereddütsüz kabul etti. Benim motivasyonum çok yüksekti. Ne yapmak istediğimden çok emindim. O coşku ister istemez diğer insanlara da geçiyor. İkna konusunda bunun çok etkili olduğunu düşünüyorum. Çok daha zorlayıcı roller içeren son filmimde aynı süreci yaşadığım için bunu söyleyebiliyorum. Yaklaşık 16 kişilik bir ekiptik ve çoğunluğu da erkekti. Zor olmadı diyemem; ekibin her üyesi için alışılmadık ve zor bir işti. Teknik ekipteki birçok kişi için en alışılmadık tarafı, böylesi bir filmin bir kadın yönetmen tarafından çekiliyor olmasıydı sanırım. Bu şaşkınlığı çok açık bir şekilde görebiliyordum. Benim için ürkütücü ve bir o kadar da harika bir deneyimdi. İlk birkaç saatte çok gergin hissediyordum ama sonrasında her şey olması gerektiği gibi yolunda gitti.
Filmde anlatmak istediğin dert nedir tam olarak? Üst katmanda tecavüzü sorgulamaya ve sorgulatmaya çalışırken alt katmanda hiddetini neye yoğunlaştırdın?
Film tek bir soru soruyor: Ataerkil sistemin içinde her sevişme aslında bir çeşit tecavüz müdür? Belki adını koyamıyoruz, belki de çoğu zaman işimize gelmiyor ama gazete haberlerine yansımayan, örtülü, ilişkinin süreğenliğinde yaşadığımız ve sonrasında yaşadığımız bu şeyin sevişmekten ziyade tecavüz olduğunu fark ettiğimiz anlarımız var. Çoğu zaman tecavüz ettiğinin, öldürdüğünün farkına varmayan erkekleriz; öldürüldüğünün, tecavüze uğradığının farkına varamayan ya da bir şekilde buna rıza gösteren kadınlarız. Bazen sadece beylik laflar etmekten ibaretiz. Öfkem öncelikle eleştirel ve politik olduğunu düşünen kendime idi sanırım.
Güncel filmin ‘Men Dakka Dukka’ (2019) evlilik içi tecavüze uğrayan bir kadının, trans bir birey aracılığıyla öç alması durumunu ele alan bir film. Bu filmin fikri nasıl oluştu?
Hikaye tamamen farklı olmasına rağmen Nevin Yıldırım'ın hikayesi böyle bir filmi çekme düşüncesine sebep oldu. Canavarca hislerle diye tanımlanabilecek bir olayı insanların sahiplenebilmesi, tecavüzcüsünün kafasını kesme noktasına gelen Nevin'e sahip çıkmak, onu anlamış olmak çok kıymetli. Hikaye farklı ama çıkış noktası aynı. Bu sistemin içinde hayatta kalabilmek için, var olabilmek için insanlığımızdan çıkarılabiliyoruz; bazen öldürmek yetmiyor. Kafayı kestikten sonra onu bir de köy meydanına atma noktasına gelebiliyoruz. Buradan nasıl bir film çıkar derken okul yıllarında senaryo dersi için yazdığımız ödevler geldi aklıma. Okul arkadaşım Berfin Gürsoy’un bir sinopsisini hatırladım. Tecavüzcüsüyle evlendirilen genç bir kadının eş cinsel bir erkek aracılığıyla aynı yolla intikam alması idi konu. Senaryo çok farklı bir senaryoya dönüştü ama ana fikir oradan geliyor. Ben trans kadın ile dayanışmayı daha uygun buldum. Hayatta kalabilme, direnebilme, varlığını koruyabilmek için insanlıktan çıkarılma, canavarlaşma noktasına getirilme falan deyince aklıma çocukluğumuzda haberlerde gördüğümüz “otoyol kenarında terör estiren trans” başlıklı haberler geliyor. Biz bu filmde bize bu şekilde sunulan şiddetin ve öfkenin kaynağını, o raddeye nasıl gelindiğini trans kadının bedenindeki işkence izlerinde görüyoruz.
Filmde bolca kültürel düğün ögeleri mevcut. Duvak ve kuşak, tecavüzde kullanılan nesneler olarak karşımıza çıkıyor. Yine o esnada kullanılan çiftetelli müziği... Bu bağlamları biraz anlatır mısın?
Kadını baskılamak için kullanılan eril kültürel sembollerin anlamlarını eğip bükme, ters yüz etme, bir şekilde yapıbozumuna uğratıp erkekliğin kendisine karşı kullanma. Penis de en büyük iktidar sembolü olarak aynı şekilde kutsallığından arınıp araçsallaşıyor. O sadece o karanlık odanın içinde özel bir anlam ifade ediyor, sadece orada ceza nesnesi olarak bir kıymeti var.
Tabu olanı, yasak olanı, kutsal olanı dağıtmak için yine kutsal sayılan, saygı duyulan şeyler kullanılıyor. Bekaretin, el değmemişliğin simgesi kırmızı kuşak mesela; isyan eden bir kadının elinde seks oyuncağına ve intikam nesnesine dönüşebiliyor.
Bir sonraki filmin için çalışmalar başladı mı?
Aklımda bir proje var ama daha fikir aşamasında. Önümüzdeki yıldan önce de başlamayı düşünmüyorum.
Filmlerin Türkiye’deki festivallerde yer bulabiliyor mu?
Benim Türkiye'deki festivaller için hiç umudum yoktu. Evet, yer bulabiliyor ama bir elin parmaklarını geçmez tabii ki. Yine de gösterim fırsatı bulabilmek, az sayıda da olsa gördüğüm bu destek harika hissettiriyor. Çünkü - aldığım genel yorumlara dayanarak söylüyorum - bu tarz filmleri yapmak cesaret işi olarak görülse de bu ülkede o filmlere sahip çıkıp festivalde yer vererek insanlarla buluşturmak da ayrı bir cesaret. Olumsuz yaklaşımlar olmuyor mu, oluyor.
Bir filmi değerlendirmek için belirli kıstaslar vardır. Hikaye özgün mü, ses, kamera, ışık kullanımı nasıl, oyunculuk nasıl, müzikler nasıl vs... Hiçbir şekilde filmin içindeki karakterlerin kalçası, memesi görünüyor mu, bunlar sansürsüz halde mi görüntüleniyor diye bir değerlendirme kıstası olamaz. Lakin bu şekilde iyi film / kötü film tespiti yapanlardan sinema eleştirmeni / hocası, hatta Türkiye'nin en iyi film festivallerinden birinin başkanı dahi olur. Önce şaşırıyorsunuz, sonra biraz öfkeleniyorsunuz, en sonunda bir gülme geliyor.
Filmlerinde hangi kuramlardan besleniyorsun? Seni ve filmlerini etkileyen başka sanat dalları, çalışmalar vs. neler?
Benim filmlerim öncelikle feminist film kategorisinde değerlendirilecek türden filmler. Bunun dışında daha özgün hikayeler, daha derinlikli karakterler, daha yalın bir anlatım için edebiyat, felsefe ve psikanalize mümkün olduğunca yakın durmanın besleyici olacağını düşünüyorum.
Filmlerinde olmazsa olmazın nedir?
Eleştirel, politik bir yan olması, benim ve de izleyicinin sınırlarını zorlama gibi bir derdin olması, oyunculara derdimi tam olarak anlatabildiğimden emin olmak, özellikle kadın oyuncunun prodüksiyon süresince nasıl hissettiğine, varsa tedirginliklerine önem ve öncelik vermek.
Çekim aşamasında filmlerinde seni en çok zorlayan kısım ne oluyor?
Sakin, kontrollü, ılımlı olma çabası.
Yapım ekibinde aynı kişilerle mi çalışıyorsun? Ekibi belirlerken dikkat ettiğin unsurlar neler?
Genel olarak aynı kişilerle çalışmayı tercih ederim. Yağız Yavru iki filmde de görüntü yönetmenimdi ve onunla çalışmaktan çok memnunum. Aynı şekilde sanat yönetmenliğini yapan Zeynep Cin, bir sanat yönetmeninden fazlası benim için; elim kolum adeta.. Sizi bilen, tanıyan insanlara derdinizi bazen öyle uzun uzun anlatmak zorunda bile kalmıyorsunuz. İşi kendi işi olarak görüp sahipleniyorsa o zaten elinden gelenin en iyisini yapacaktır. Güven duyabildiğim insanlarla çalışmak benim için en önemli ölçüt, ekibi oluştururken.
En çok merak edilen sorumuz: Bir film ortalama kaça mal oluyor ve bütçeyi nasıl finanse ediyorsun?
Kısa film, yönetmenine maddi bir karşılık olarak dönemediği, kendi maliyetini dahi tolere edemediği için genel olarak gönüllük esasına göre üretiliyor. O yüzden bütçe aralığı oldukça değişken olabilir. Benim oyuncularım ve ekibimdeki birçok kişi gönüllü olarak projede yer aldı iki filmimde de. Set ekibi, ekipman kiraları, dekor / kostüm / makyaj giderleri, mekan kirası, prodüksiyon harcamaları falan derken on beş bin civarı bütçesi oldu filmin. Bu bütçeyi tamamıyla kendim karşıladım.
Sence sen geçinmesi kolay bir yönetmen misin?
Ben zaten öyle yedi düvelle barışık bir insan değilim. Bazen çabuk huysuzlanabiliyor, ani duygusal dalgalanmalara açık hale gelebiliyorum. Lakin bir yönetmen olarak gönül rahatlığıyla geçinmesi oldukça kolay bir yönetmenim diyebilirim. Tersi örnekler daha fazla olsa da yönetmen olmak başlı başına bunu gerektirir diye düşünüyorum. Karakterime oldukça ters bir tutum içinde olabilmeyi becerebiliyor olmanın sektördeki tecrübeyle ilgisi var sanırım. Bunun ahlaki olduğu kadar faydacı bir tarafı da var. Birincisi birçok insanin emeğini koyduğu bir işte setin kralı edasında diktatör gibi ortalıkta gezinen bir yönetmene tahammülüm yok. Öyle biriyle ikinci bir defa çalışmazdım, kimse de çalışmamalı bence. Yılmaz Güney’cilik oynamanın bir anlamı yok ki!
İkincisi, misal, kötü bir performans sergileyen oyuncunuza öyle dürüst davranacağım diye "Berbat oynadın" diyebilir misiniz? Yönetmenlik bir noktada ikiyüzlü olmayı gerektiriyor. İşin faydacılığı da burada, kimsenin motivasyonunu düşüremezsiniz. Düşürdüğünüz zaman, bu size daha kötü bir performans olarak geri döner. Tamamen gönüllü bir işte aynı insanları ikinci filmde yine yanınızda, desteğe hazır bulabilmek zaten geçimli olmayı becerebiliyor olmanın bir göstergesi.
İyi bir yönetmen olmak için gerekli gördüğün birkaç kriter söyler misin?
Aşık olmamak.. Aklınıza düşen o “muhteşem” fikre, yazdığınız senaryoya, kayda aldığınız görüntülere... Her bir aşamasında aşık olmadan flört havasında kalmak mümkün olan en iyi sonuca götürür diye düşünüyorum. O muhteşem sandığımız fikrin aslında geliştirilmeye ne kadar ihtiyaç duyduğunun, yazdığımız o müthiş senaryonun, iş sette çekmeye gelince hayal ettiğimiz etkiyi veremeyebileceğinin, saatler harcayıp çektiğimiz bir planı ya da koca bir sahneyi kurgu masasında tereddütsüz çöpe atmamız gerekebileceğinin farkında olarak film yapmak çok önemli.
Kendi tarzına yakın bulduğun için takip ettiğin yönetmenler var mı?
Özellikle son kısa filmim için birçok kişiden aldığım yorum Gaspar Noe etkisiydi. Evet, sanırım bu doğru.
“Bak şunları mutlaka izle!” diye tavsiye edeceğin 2 yerli, 2 de yabancı kısa film önerisi alabilir miyiz?
İzlemediğim çok sayıda yerli film var. Derneğin sitesinde yer alması birçok kısa filmden haberdar olmak, filmlere erişmek için iyi bir fırsat oldu. Kısa film önerisinden ziyade şöyle söylebilirim. Ece Kınacı’nın izlediğim iki filmini de çok beğendim. Aynı şekilde Ferhat Özmen’i de başarılı buluyorum. Ve evet, birçok kişi gibi Hasan Can Dağlı’nın Siyah Çember filmini ben de çok beğendim. Kendi filmlerimi etkileyen örnek olarak da, analizleri, beğenileri ile beni oldukça etkileyen yakın bir arkadaşımın önerisiyle izlediğim Dirty Diaries kısa film serisinden Asa Sandzen’in “Dildo Man” isimli harika kısa animasyonu verebilirim. Feminist pornografi işte tam da böyle olmalı dedirtmiştir bana. Gaspar Noe’nin Destricted seçkisindeki kısa filmi de beni oldukça huzursuz etmişti. Fazlasıyla etkilendiğimi söylebilirim.
Son yıllarda izlediğin filmleri düşündüğünde (kısa ya da uzun metraj), “Şu filmi ben çekmiş olsaydım keşke” diyeceğin bir film var mı?
Tsai Ming-Liang, Serseri Bulut.
Kısa film yapmak isteyen yönetmen adayları kendilerini nasıl geliştirebilirler? Bunun için olmazsa olmaz dediğin, önerebileceğin eğitimler, kitaplar nelerdir?
Sinema diğer dallara göre "bilirkişi"si epeyce bol olan bir sanat. Birçok insanda sinema eğitimine gerek yokmuş ve isteyen herkes film çekebilirmiş gibi bir hafife alma eğilimi var sanki. Bunu "aklımda bir proje var" diye fikrini paylasan çok sayıda insanda görüyorum. Elbette istisnaları var ama bu işin bir eğitimi var ve oradan geçmek gerekir diye düşünüyorum. Kendi adıma da, keşke Güzel Sanatlar’da sinema eğitimi alsaydım diyorum. Üniversiteye girdiğim 2002 yılından beri ilgim uzun metraj üzerineydi yoğunlukla. Kısa filme sadece son birkaç yıldır yüzünü dönen biri olarak kısa filmi yeni yeni keşfetmeye, kendi dilimi oluşturmaya çalışıyorum diyebilirim. Güncel temel kitaplar nelerdir bilmiyorum. Okul yıllarının üzerinden hayli zaman geçti. Lakin yönetmen olacağım derdi olan birinin sinematografiye hakim olması, en azından hakim olma çabası olmalı. Avustralya’daki bu alanda önde gelen okullarda okutulan iki temel başlangıç kitabı var: Biri oldukça eski bir kitap olan “5 C’s of Cinematography”; diğeri de “Film Theory: An Introduction”. Üniversite yıllarımdan hatırladığım ve ilgimi en çok çeken kitap "Politik Kamera" idi. Güncel olarak kitaplardan ziyade sinema üzerine makaleleri tarıyorum. Bunun dışında çok film izlemek evet kesinlikle gerekli ama bir filmi okuma çabası içinde, analiz ederek izlemek çok sayıda film izlemekten daha faydalı diye düşünüyorum. Mesela yine okul yıllarımda izlediğim Kieslowski’nin "Üç Renk" üçlemesinin DVD seçeneklerinde Annetta Insdorf’un kamera açılarından, ışık kullanımına, mizansenden ses ve müziklere, oyunculuğa kadar bir filmi okuyabilmek adına ne varsa sahne sahne harikulade, sizi peşine sürükleyip götüren bir akıcılıktaki analizleri başlı başına bir eğitim gibiydi. Aynı şekilde yönetmenlerin dilinden filmlerini dinlemek, onları okumak da sizi geliştiren bir şey.
KFYD’den nasıl haberin oldu? Ne zamandır üyesin? Derneğin çalışmalarını takip ediyor musun?
Derneğin yeni kurulduğu dönemde sosyal medya aracılığı ile duydum derneği. Bir yılı aştı sanırım üyeliğim. Türkiye’de olmadığım için etkinliklerine dahil olma şansım yok ama yine derneğin sosyal medya hesapları aracılığıyla çalışmalarından haberdar oluyorum. Ayrıca dernek başkanı Sidar Serdar Karakaş oldukça aktif, motivasyonu yüksek, her daim desteğe hazır biri. Her ihtiyaç duyduğumda kendisiyle rahatça iletişime geçebiliyor olmak, o desteği hissedebilmek uzak olduğum hissini bile unuttuyor. Burada bile çalışmalarına yakından şahit olabiliyor gibi hissediyorum.
Okurlarımız sana nereden ulaşabilirler? Aktif olduğun sosyal medya hesabın var mı?
Facebook ve Instagram'ı aktif olarak kullanıyorum.
Son olarak söylemek istediğin bir şey var mı?
Şöyle bir rahatça içimi dökmeye ihtiyacım varmış. Zorlayan, özenli, harikulade sorulardı. Harikasınız. Teşekkürler... Sevgiler.
Comments