top of page

Nuri Cihan Özdoğan Röportajı


Nuri Cihan Özdoğan: “İyi bir hikâye iyi bir ekibin, iyi bir ekip iyi bir filmin anahtarıdır.”

Nuri Cihan Özdoğan, çektiği ve yayınladığı 3 kısa filmi ve aldığı ödüller ile dikkatleri üzerine çekmeyi başarıyor. Adana’da bir mühendis olarak çalışmaya devam eden Cihan hem bir baba hem kısa film yönetmeni hem de yüksek lisans sinema öğrencisi. Pek çoğumuz tek bir iş ile ilgilenirken bile zamansızlık başta olmak üzere çeşitli sebeplerden yakınırken o, uğraşları ve başarılarıyla, bahanelerden sıyrılıp hedeflere odaklanıldığında alınacak tatminkar sonuçlar için bir örnek.

Kendisiyle hayatı ve filmleri üzerine çok hoş bir sohbet yaptık; deneyimlerini, tavsiyelerini kaydettik. Keyifli okumalar…


KFYD için söyleşen: Olcay Seda Özaltan

Bir mühendis olarak sinemaya ilgin nereden geliyor? Senin kısa film yapma dürtünün kaynağı nedir?

Çok küçük yaştan itibaren sinema sanatı aracılığı ile hikâye anlatıcılığının büyüsüne kapılmıştım. İlkokuldayken tüm hayatımı bir filme dönüştürüp yaşıyordum adeta; örneğin okulda futbol turnuvasının olacağı hafta bir futbolcunun hayatını anlatan bir filmin içindeydim, yaz tatilinde yaylaya gittiğimizde bir dağcının hikâyesini anlatan bir filmin içindeydim. Kendi kendime masumca oynadığım bir oyundu sadece. Ortaokulda Mario Puzo’nun romanlarını okuduktan sonra yazarak da hikâye anlatıcısı olabileceğim fikrine vardım ve ailemden dinlediğim hikâyeleri yazmaya başladım. Fakat yazılarımı okuyanlar edebi bir anlatımdan çok görsel bir anlatının tasviri olduğunu söylüyorlardı. Haklılardı da çünkü yazarken kafamın içinde oluşan görüntüleri betimliyordum. Fen lisesi öğrencisiydim ve meslek olarak yazarlık ya da yönetmenlik gibi bir seçenek sunulmamıştı. Ben de makine mühendisliği bölümünü tercih ettim. Üniversite yıllarımda senaryo tekniği üzerine araştırmalar yapmaya başladım ve mezuniyetimden sonra kısa film üretmek için denemelere başladım. Film üretme sürecinin içine girene kadar bir şeyler anlatma içgüdüsü ile film üretmek isterken, sinemanın ne olduğunu daha iyi anlamaya başladıktan sonra, bir şeyler anlatabilmek için öncelikle hayatı detaylarıyla anlayabilmek ve anlamlandırabilmek gerektiğini keşfettim. Sinemanın güzel yanlarından biri de bu anlama ve öğrenme çabasının herhangi bir sınırının olmaması. Sinemanın güzel yanlarından biri de bu anlama ve öğrenme çabasının herhangi bir sınırının olmaması. Bir sonraki filminizin ne hakkında olacağını bilemiyorsunuz, yani şu an üzerine çalıştığınız filminiz için Foucault okuyorsanız, bir sonraki filminiz için Kuantum Fiziği okuyor olabilirsiniz.


Kaç kısa filmin var? Aile, iş vs derken nasıl zaman buluyorsun?

Tamamlanmış ve yayınlanmış üç kısa filmim var. Tamamlayamadığım ya da benim için sadece güzel bir anı olarak kalmasını tercih ettiğim denemelerim de var. Ama ilk kısa film denememi 2015 yılında gerçekleştirdiğimi söyleyebilirim. Bence önemli olan insanın kendini tanıma süreci. Ben kendimi o konuda şanslı hissediyorum çünkü çok vakit kaybetmeden hayattan ne istediğimi keşfettim. Film üretmek, film üretim sürecinin içerisinde yer almak istiyordum. Hal böyle olunca içinde sinemanın olduğu herhangi bir etkinlik ya da herhangi bir çalışma ile uğraşmak yoruculuktan çok uzak oluyor. Çünkü film üretmek için düşünmek, düşünmek için de kendinizle baş başa kalmanız, uzun düşüncelere, hayallere dalmanız gerekiyor. Sinemaya ayırdığım her saniyenin aslında kendime ayırdığım vakit olduğunu hissediyorum.



Birbirinize sürekli destek olduğunuz Tunahan Kurt ile nereden tanışıyorsunuz? Sükût birlikte yaptığınız tek film mi?

Yine tamamlayamadığım bir kısa film denememizin çekimlerinde bir oyuncumun elinde bıçakla ve üstü başı kan içindeyken ormanın içinde koşma sahnesini çekiyorduk. Kamerayı biraz uzağa koymuştuk. Oyuncum bağırarak koşarken motosikletli iki kişi oyuncumun yolunu kestiler. Telsiz seslerinden polis olduklarını anladım ve koşarak yanlarına gittim. Kısa film çektiğimizi söyledim. Kamerayı ve bizi görünce polislerden birinin gözleri parladı. Ardından sinema üzerine derin bir muhabbete daldık. İkimizin de sinema ile olan durumu birbirine o kadar çok benziyordu ki… Bağımızı koparmadık ve ikimiz açısından da ilk kısa filmimiz diyebileceğimiz Sükut’un senaryosunu ve yönetmenliğini birlikte üstlendik. Sükût, yönetmenliğini ve senaristliğini birlikte yaptığımız tek film ancak bütün filmlerimizde fikir aşamasından festival aşamasına kadar birbirimize muhakkak destek oluyoruz. İkinci kısa filmim Sırat’ta başrol oyuncum Tunahan Kurt’tu. Ayrıca Sirayet’in sancılı senaryo sürecinde nihai hikâye için aklımı netleştiren ve beni cesaretlendiren yine Tunahan Kurt’tu.


Sükût, tek bir açıdan ve bir çerçeve kadraj ile çekilmiş. Neden böyle bir film yapmak istediniz?


Şimdi bu soruya cevap verirken Tuna ile ikimizin hayatındaki sıkışmışlığımızın metaforu olarak çerçeveyi kullandığımızdan, bambaşka hayallerimiz varken mecbur olduğumuz hayatları görselleştirmek için tek açıdan hikâyemizi anlattığımızdan, bunlarla birlikte sanatsal ve entelektüel birçok nedenden bahsedebilirim. Ama öyle yapmayacağım ve doğruları söyleyeceğim. Filmi tek açıdan çekme fikri teknik olanaksızlıklardan dolayı doğmuştu. Filmi çekmek için elimizde başlangıç seviyesi bir DSLR makine ve işe yaramaz bir lens vardı. Daha önceki başarısız denemelerimizden de öğrendiğimiz üzere hareketli kamera kullanmak, müthiş görseller elde etmek mümkün değildi. Ama bizim film çekmemiz gerekiyordu. Elimizdeki imkânların mükemmel olmasını beklesek hayatımız beklemekle geçecekti, biz de elimizdeki imkânların farkında olarak bir hikâye oluşturmaya karar verdik. Adana’nın bir sokağında geçen bir hikâyeyi bir pencerenin arkasından anlatmaya karar verdik. Sonrasında hikâyenin içeriğinin oluşturulması aşamasında gerçekten kendi hayatlarımızdaki sıkışmışlıktan beslendik. Hikâye ortaya çıkmaya başladıkça bizi daha da heyecanlandırdı. Teknik açıdan bir pencerenin arkasına mahkûm edilmiş olmamız bize görsel olarak farklı sürprizler oluşturma imkânı tanıdı. Hem kısa film adına farklı bir üslupta film üretiyor olduğumuzu düşündükçe hem de oluşturduğumuz hikâyede kendimizi ifade edebildiğimizi hissettikçe filme tutkuyla bağlandık. Üç yıl sonra, şimdi filmi izlediğimde tüm samimiyetimizi filme yansıtabildiğimizi düşünüyorum.


Filmdeki anlatıcı ses de (sen seslendirmişsin) konuşur gibi değil; “-yor, -cağım” vb ekleri yazıldığı şekilde okuduğu için, yazı okur gibi seslendirmiş; sanki baş karakter Ahmet’in bir mektubunu ya da günlüğünü okuyor gibi hissediyoruz; ki kendisi de yazar olmak isteyen bir memleket sevdalısı. Karakterde senden ve Tuna’dan ne kadar parça var?

Ahmet konuşma yetisi olmayan, yazarak kendini var eden bir kahraman. Yazmak için de ilhamını yaşadığı sokaktan, aynı şehirde birlikte yaşadığı insanlardan alıyor ve bu şehri terk ederse bir daha yazamamaktan korkuyor. Senaryoyu oluştururken Ahmet’in cümleleri bu duygu ve düşüncelerle ortaya çıktı. Aslında sevdiği kadına değil, Adana’ya mektubuydu Ahmet’in sözleri. Ahmet tamamen Cihan’dı, tamamen Tunahan’dı. Biz de kendisini ifade etme derdinde olan kişilerdik, hâlâ da öyleyiz. Eğer film çekemeseydik ben kendini gerçekleştirememiş bir birey olarak, öz saygısını kaybetmiş vasat bir mühendis olarak ömrümü tamamlardım sanırım. Tunahan’ın da benimle aynı duyguları paylaştığını biliyorum.


“Bu şehir, ne küçük bir pencereden yaşanacak kadar basit, ne de içinde kaybolacağınız kadar karışıktır.” diye anlatıyor Ahmet. Sonra çerçeveyi yıkıyor, içinden yine kendisi çıkıyor; genç, dinç. İzleyici de kendisiydi o zamana kadar. Kendi duvarları içerisinde, kendi çerçevesinden kendisini izlemekteymiş Ahmet. Sen de böyle bir insan mısın? Kendini, kendi ekranından izleyebilen ve gerektiğinde duvarlarını yıkabilen?

Ahmet, sevdiği insanlara “Hayır” diyemediği için kendi hayatına seyirci kalır. Kendini seyretmek aslında edilgen olmak, kendi hayatı hakkında söz sahibi olamamak… Filmde her şeyini kaybeden Ahmet her ne kadar yaşlanmış olsa da hayatını çerçeveleyen duvarları yıkar ve her şeye yeniden bu sefer sınırlar olmadan başlar. Bir şeyi çok istiyorsak, vakit asla çok geç değildir. Bizi mutlu eden her yeni başlangıç bizim için yeni ve taze bir benlik oluşturacaktır. Sükût filmi benim için de Tunahan için de hayatlarımızdaki o çerçeveyi kırdığımız filmdir.


Müzik seçimleri ilginç olmuş. Diğer filmlerindeki müzikleri de başarılı bulduğumu ifade edeyim. Kim yapıyor filmlerinin müziklerini?

Teşekkür ederim, filmlerimde müzik kullanmayı seviyorum ve filmlerimin müziklerinin özgün olması konusunda hassas davranıyorum. Filmlerimin müziklerini amcamın oğlu Oğuz Özdoğan besteliyor. Kendisi müzik konusunda bir deha olmasının yanı sıra müthiş bir sinema izleyicisidir. Bu konuda oldukça şanslı olduğumu hissediyorum. Filmin ham halini izlediğinde direkt olarak kafasında müziğin dokusunun canlandığını hissedebiliyorum. Ayrıca kendisi de çalışması oldukça keyifli biridir.


2016’da Sırat filmini tamamladın. Savaş ve savaşa dair hissettiklerini bir baba gözüyle aktarmış görünüyorsun…

Aslında o zamanlar evli bile değildim. Babalık anlamında empati yapmam da mümkün değildi. Sadece sinemanın hayatıma girdiği bir süreçti ve o süreçte her şeye anlam vermeye çalışan küçük bir çocuk gibi meraklıydım. Sinema üzerine kafa yormaya başladığınızda hayattaki her ayrıntının anlatılmaya değer bir öykü potansiyeli taşıdığını fark ediyorsunuz. Bazen sayfalar dolusu kitaplardan, bazen anlık bir bakıştan yakalıyorsunuz o kıvılcımı. Bir babanın bakışı Sırat filmimin senaryosunu yazmama vesile olmuştu. Televizyonda gördüğüm o bakışı, o görseli hiç unutamıyorum. Harabelerin arasında bir baba, kucağında çocuğu… Çocuğun eli boşluğa doğru sarkmış, belli ki çocuk ölmüş. Babanın bakışları… Çaresiz, umutsuz… Hepimizin hayattan beklentileri var, hayalleri hedefleri var. Bu babanın bundan sonra hayali ne olabilir? Belki de sadece başında dua edebileceği, çocuğunun huzurla yatacağı bir mezar… Tabi şimdi baba olduktan sonra o bakışı hatırladığımda hissettiğim şeyin daha sarsıcı olduğunu hissediyorum.

2017’de tamamladığın Sirayet filminin senaryosu nasıl oluştu? Fikir nereden çıktı?

Kişiliğimi inşa ettiğim doğruları, para ve güç odaklı çalışma hayatına geçtikten sonra sorgulama gereği hissettiğim bir anda kendime sorduğum bir soruyu Sirayet filmi aracılığıyla izleyici ile paylaşmak istedim: “Gerçek kör kim? Kendisine söylenenlere masumca inanan insanlar mı gerçekten kör, yoksa çıkarları için kör taklidi yapanlar mı?” Ve bu körlüğün bulaşıcı etkisine değinmek için filmin adının “Sirayet” olmasına karar verdim. Aslında senaryonun ilk hali kaçakçılık hikâyesinden çok uzaktı, kötülüğe göz yumma meselesini baba-oğul ilişkisi üzerinden anlatıyordu. Yazım sürecinde tür olarak ne tür bir film yapmak istediğime karar verdim ve suç dünyasına girmek isteyen Sadık’ın hikâyesi üzerinden toplumsal körleşmeye değinmeye çalıştım. Toplumsal körleşme üzerine düşünürken gerçek körlüğü de filmde nasıl kullanabileceğim konusunda kafa yordum ve dokuma atölyelerinde çalışan görme engelli bireyler aklıma geldi. Dokunma duyuları gelişmiş olduğu için iplikleri sayarak desen üretiyorlardı. Kaçakçılık hikâyesini beslemesi açısından görme engelli işçilerin gelişmiş dokunma duyusundan nasıl faydalanabileceğim üzerine kafa yormaya başladım. Sonrasında yakın tarihte coğrafyamızda meydana gelmiş olan Irak Savaşı ve Saddam’ın altınlarının gizemli ortadan kayboluşu üzerine okumalar yaptığımda Sirayet’in hikâyesi tam anlamıyla ortaya çıkmış oldu.


Filmde kaç tane görme engelli oyuncu ile çalıştın? Çekimler nasıl geçti?

Filmin hikâyesinde toplam 13 görme engelli işçi var. Bu işçilerden 6 tanesi gerçekten görme engelliydi; 6 Nokta Körler Derneği aracılığı ile projemize dahil oldular. Filmin öncesinde de çekimler sırasında da o kadar heyecanlılardı ki onların heyecanı bizi çok motive etti. Aslında görme engellilerin filme dahil olmasıyla ilgili güvenlik açısından aklımda soru işaretleri vardı çünkü çekim yaptığımız yer terk edilmiş bir fabrikaydı ve etrafta tehlikeli olabilecek alanlar vardı. Ama iyi ki filmimize dahil olmuşlar. Onların filmimize katkısı aslında göründüğünden de fazlaymış, bunu ben de çok sonradan öğrendim. Festival sürecinde gösterimlerden birinin ardından yapılan soru-cevaplarda, sette görme engellilerin almasının filmin oyuncularının performanslarının olumlu anlamda etkilendiğini öğrenmiştim. Filmin çekimleri aşamasında hiç aklıma gelmemişti fakat oyuncu yönetimi ve kamera arkasında atmosfer oluşturma anlamında bu bilgi benim için ders niteliğinde oldu. Görme engelli bireyler genellikle diğer duyu organlarını kullanarak gerçekleştirebilecekleri sanatlara yönlendiriliyorlar; müzik gibi. Fakat Sirayet’te yer almayı bu kadar çok istemiş olmaları benim açımdan da duygusal bir deneyimdi.


Kemal Burak Alper, Engin Yüksel gibi başarılı oyuncularla çalışmışsın. Kısa filmlerde profesyonel oyuncu oynatabilmenin yolu nedir? Profesyonel oyuncu yönetimi ile amatör oyuncu yönetimi arasındaki farkı dikkate alarak, hangisinde nelere dikkat etmek gerekiyor?

İyi bir hikâye iyi bir ekibin, iyi bir ekip iyi bir filmin anahtarıdır. İyi bir hikâyemiz varsa ve o hikâyeyi anlatabileceğimiz konusunda insanları ikna edebiliyorsak istediğimiz ekiple ve istediğimiz oyuncuyla çalışabiliriz. Tabii bunu derken oyuncunun tanınırlığındansa hikâyeyi benimseyip benimsemediğine dikkat etmeliyiz. Sinema en nihayetinde duygularla ortaya çıkacak bir sanat dalıdır. Hikâyeye inanmayan bir ekiple yola çıkmak bence intihar olur. İnsanların hikâyelerimize inanması için kendimizi çok iyi ifade etmek durumundayız. Ancak o zaman iyi oyuncularla çalışabiliriz çünkü hikâyeyi anlamaya çalışmayan, hikâye seçmeyen bir oyuncu asla iyi bir oyuncu olamaz. Burada amatör ve profesyonel oyuncu arasındaki ayrım da ortadan kalkıyor bence. Sadece karakteri ve performansı ortaya çıkarırken faydalandıkları iç dinamikleri farklılık gösteriyor. İlk iki filmimde amatör oyuncularla çalıştım; Sükut’ta Ahmet Soysal, Sırat’ta Tunahan Kurt. Sanırım oyuncu konusunda şanslı biriyim. Oyuncuların beni çok iyi anladıklarını ve bunu ekrana yansıttıklarını hissediyorum, bu da beni oldukça mutlu ediyor. Tabii belki bunda biraz da filmi senaryo aşamasından itibaren aklımda defalarca resmetmiş olmamın, oyuncunun yüzündeki her bir kasın nasıl hareket edeceğini hayal etmemin ve bunu da oyuncuya anlatabiliyor olmamın katkısı vardır. Kemal Burak Alper ve Engin Yüksel gerçekten filmimiz açısından çok büyük şanstı. Muhteşem performanslarının yanı sıra kamera arkasındaki enerjileri ve neşeleri de son derece önemliydi ve bu da ekibi müthiş şekilde motive etti.

Arda Yıldıran’ın görüntü yönetmenliğini başarılı buluyorum. Sizin sette iletişiminiz nasıldı? Storyboard falan hazırladınız mı çekimlerden önce?


Arda Yıldıran gerçekten teknik anlamda müthiş bir görüntü yönetmeni! Mesleğinin teknik gereksinimlerinin yanı sıra sinemanın duygu işi olduğunun farkında olan ve hikâyeyi özümseyen bir görüntü yönetmeni. Hazırlık aşamasında Arda’nın İstanbul’da olması, benimse Adana’da bulunuyor olmam sebebi ile detaylı bir ön hazırlık süreci gerçekleştiremedi; projeyi telefon üzerinden konuşabildik sadece. Buna karşın hikâyeyi nasıl anlatmak istediğim konusunda Arda ile anlaşmak zor olmadı. Sirayet’ten önce tüm filmlerimin görüntü yönetmenliğini ben üstlenmiştim, ilk kez Sirayet filmimde bir görüntü yönetmeni ile çalışmayı tecrübe ettim. Bu süreci Arda ile yaşamak benim için büyük şanstı. Ayrıca Arda’nın Kemal Burak Alper ile Banu Sıvacı’nın yönettiği Güvercin isimli uzun metrajlı filmde uzun bir süre birlikte çalışmış olmaları benim için büyük şans oldu. Omuz kamera kullandığımız için kamera ve oyuncuların adeta dans eder halde mizansenleri vardı ve Arda ile Kemal arasında bu anlamda muhteşem bir uyum vardı. Aynı uyum bir sene boyunca aynı tiyatro oyununda yer almış Kemal Burak Alper ve Engin Yüksel arasında da vardı. Birbirini tanıyan ve seven bir ekip oluşturmuş olmak sanırım filmin başarısının ardındaki en önemli etkenlerden biri.


Evet, en merak edilen soru sırada: Sirayet kaça mal oldu ve filmi nasıl finanse ettin?

Sirayet, prodüksiyon anlamında ve ekip anlamında amatör ruhla profesyonel çalışılmış bir filmdir. Kişisel birikimlerimden ve yerel sponsorlardan oluşturduğum kaynak ile Sirayet’i finanse ettim. Filmimizin tek mekânda geçiyor olması süre açısından ve dolayısıyla bütçe açısından da çok avantaj sağladı. Ayırdığım bütçe ile filmin çekim aşamasını kotarabildik. Sirayet’te birçok ilki denedim: profesyonel oyuncu ekibi ile çalıştım, ilk defa bir görüntü yönetmeni ile çalıştım vs. Post prodüksiyon aşaması için de ilk defa bir kurgucu ile çalışmayı hedefliyordum ancak ayırmış olduğum bütçe ona yetmedi ve Sirayet’in de kurgusunu ben yapmak durumunda kaldım. Sonrasında festival aşaması giderlerini de dahil ettiğimizde kabaca bir hesapla filmi toplam 15 bin liraya mâl ettiğimi söyleyebilirim.


“Kısa film yaparken şunlara mutlaka dikkat edilmesi gerekir” dediğin şeyler nelerdir?

Hikâyenin özgün ve vurucu olması bence çok önemli. Sanılanın aksine, kısa filme izleyici olarak odaklanmanın daha zor olduğunu düşünüyorum çünkü izleyiciyi ortalama on beş dakika boyunca içine alacak bir dünya kurmaktan bahsediyoruz. Bu nedenle gereksiz uzatmalardan kesinlikle uzak durmak lâzım. Elimizdeki imkânların farkında olup çekebileceğimiz senaryolar yazmanın da oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Elinde filme dönüşmeyi bekleyen bir sürü senaryo birikmiş pek fazla kişi tanıyorum. Çok fazla sayıda senaryo yazıp çekmeceye koymak değil, yazarını heyecanlandıran bir senaryo üzerine çok çalışmanın üretim açısından daha verimli olduğunu düşünüyorum. Sinema gerçek anlamda ekip işi, heyecanımızı kaybetmemeli ve bunun insanlara sirayet etmesini sağlamalıyız. Sağlam bir çekirdek ekibin olması da kilit önem taşıyor, Sirayet filmimizin Sanat Yönetmeni Eser Ağçalı ile hazırlık aşamasında da birlikteydik ve Sirayet'in ortaya çıkmasında Eser'in çok büyük katkısı vardır. Gerek filmimizde yer alacak teknik ekibi gerek oyuncuları gerek sponsorları bulurken içinizde yeterli heyecanı hissetmiyorsanız ortaya sizi mutlu edecek bir eserin çıkması mümkün değildir. Ayrıca insanları hayaline ortak edemeyen bir insanın yönetmen olabileceğini düşünmüyorum.


Aladağ Doğa ve Sanat Festivali’nde kısa filmler koordinatörlüğü yaptın. Derneğin en çok uğraş verdiği konulardan biri olan telif ödemesini de gerçekleştirdin. Nasıl geçti festival?

Festival ile ilgili bana teklif geldiğinde ilk şartlarımdan biri telif konusuydu. KFYD Başkanı Sidar Serdar Karakaş’ın ve derneğimizin bu konuda ne kadar emek verdiğini biliyordum. Böyle konularda bir defa taviz verildiğinde harcanan o kadar emeğin boşa gideceğini de biliyordum. Festival yetkilileri de sağ olsunlar bu konuya gayet olumlu yaklaştılar. Tüm olumsuzluklara rağmen festivalin düzenlenmesinde kararlılık gösteren, bizi yarı yolda bırakmayan Aladağ Belediye Başkanımız Sayın Mustafa Akgedik’e tekrar teşekkür etmek isterim. Bu süreçte festival düzenlemenin ne kadar zor olduğunu, ne kadar emek istediğini tecrübe etmiş oldum. Sinemanın festival tarafında yer alan arkadaşlarımıza da yaptıkları iş için ne kadar teşekkür etsek azdır. Festival benim için çok stresli ve yorucuydu. Özellikle sinema söz konusu olduğunda içinde bulunduğum her işin mükemmel olmasını istiyorum. Bunu iplerin tamamen elinizde olmadığı bir projede sağlamak kolay olmuyor. Sizin için öncelikli şartları kabul ettirirken bazı şeylerden fedakârlık yapmanız gerekebiliyor. Bir daha festival tarafında yer alırsam sanırım ya asla hiçbir konuda festivalden beklentilerimden taviz vermeyeceğim ya da bir daha asla festival tarafında yer almayacağım.

Sinema hangi alanlarla besleniyor senin nezdinde?

Sinemanın beslenmediği bir alan var mı acaba? Psikoloji, sosyoloji, mitoloji, edebiyat, tarih, teknoloji, sanatın diğer dalları ve saymakla bitiremeyeceğimiz bir sürü alan... Ama benim için özellikle sinema ve psikoloji ayrılmaz bir bütün. Bu psikolojiyi hem film üreticisi ile izleyici arasındaki etkileşimde hem de filmin kurmaca dünyasında yer alan karakterlerde inceleyebiliriz. İzleyiciyi düşünmeden yapılan bir filmin küstahlık olduğunu düşünüyorum. Bunun, kişisel olarak anlatmak istediğimiz hikâyeden taviz verdiğimiz anlamına gelmediğini anlamamız gerekiyor. Bu nedenle filmlerimde izleyicinin psikolojisini göz önünde bulundurarak duygulanım yaratmayı amaçlıyorum. Diğer anlamda da oluşturduğumuz kurmaca dünyada karakterlerin tutarlı ve inandırıcı olmaları için bu karakterleri oluşturma aşamasında psikoloji bilmenin gerekli olduğuna inanıyorum.


Sana süper fikirlere gelen insanlara cevabın ne oluyor? Başkalarının fikirlerini senaryolaştırıp çekmekle uğraşır mısın?

Sinema üzerine herhangi bir eğitim almamış biri olarak film çekerek bu süreci öğreniyorum ve kendi sinema dilimi oluşturmak istiyorum. Sorulardan beslenen ve izleyicisine de soru işaretleri armağan eden senaryolar yazmaya çalışıyorum. Senaryo yazım süreci sinemanın en sevdiğim aşaması ve bu aşamada oldukça uzun ve detaylı bir çalışma süreci yaşıyorum. Üzerine uzun uzun düşünülmemiş, özenilmemiş bir senaryonun sinemaya saygısızlık olduğunu düşünüyorum. Çünkü herkesin bir hikâyesi var, herkesin bir fikri var; bu durumda iyi bir senaryoyla kötü bir senaryoyu ne ayıracak? Hikâye üzerinde doğru ve çok çalışmış olmak… Bu anlamda bana yöneltilen senaryo ile ilgili aynı özveriyle çalışılmış olmasını isterim. Eğer gelen fikir ya da senaryoyu kendime yakın hissedersem neden olmasın?


Yeni projeler yolda mı? Kısa film çekmeye devam edecek misin?

Şu an ilk uzun metrajlı sinema filmim üzerine çalışıyorum. Kısa filme nokta koymayacağım, beni heyecanlandıran bir kısa film hikâyesi bulduğumda tereddüt etmeden hayata geçirmek isterim. Sinema hayatında sürekli olarak üretimin içinde yer almak istiyorum. Sadece yönetmenliğini yaptığım filmlerle değil, senaryosunu yazdığım ya da yapımcısı olduğum filmlerle de bu sürecin bir şekilde içinde olmak oldukça keyifli.


“Mutlaka izlemelisiniz” dediğin 2 yerli 2 de yabancı kısa film önerisi alabilir miyiz?

Yerli kısa filmlerimizle başlayayım; Nadim Güç’ün Dört Duvar Saraybosna (2012) filmini çok başarılı buluyorum. Film üretme hayalleri kurarken izlediğim ve bana ilham veren kısa filmlerden biriydi. Atmosferi, senaryosu, felsefesi ve müthiş finali düşünüldüğünde çok üst düzey ve çok etkileyici bir kısa film. Tunahan Kurt’un Tahta Kurusu (2018) filminin mutlaka izlenmesi ve incelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bence anlatım dili itibari ile sinema adına devrim niteliğinde özgün bir dil sunuyor. Tabii filmi senaryonun oluşum aşamasından itibaren bildiğim için fikri ilk duyduğumda çok heyecanlanmıştım ama çekilebilirliği konusunda endişelerim vardı. Yapımcılar Uğur Deniz Terzioğlu ve Orhan Koçak, Türkiye’de yapımcılık anlamında çok az yapımcının gösterdiği özveriyi göstererek filmin çekilmesi için gerekli imkânları sağladılar ve bence ders olarak anlatılması gereken bir film ortaya çıktı. Yabancı kısa filmlerden bahsedecek olursak, Joshua Weigel’in The Butterfly Circus (Kelebek Sirki) (2009) filmi, izlediğim en iyi kısa filmlerden. Belki biraz didaktik ama ilk izlediğimde kalbimin ritminin değişmesine sebep olduğu için bende ayrı bir yeri vardır. Ayrıca filmin ismi de çok güzel değil mi? Diğer bir yabancı kısa film ise Jamie Donoughue’nin Shok (2015) filmi… Dostluğu, arkadaşlığı, cesareti bu kadar etkileyici anlatan başka bir kısa film var mı bilmiyorum.


Son zamanlarda çekilen filmleri baz aldığında, şunu ben çekmiş olmayı çok isterdim dediğin bir film var mı?

Son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerin başında Matteo Garrone’nin Dogman (2018) filmi geliyor. Hikâye akışı, oyuncu yönetimi, mekân kullanımı ve karakter gelişimi bakımından oldukça üst düzey bir film olduğunu düşünüyorum. Filmin hem suç ve insan ilişkisini hem de karakter psikolojisini çok başarılı bir şekilde sunuyor olması sebebi ile bu filmi benim çekmiş olmayı çok isterdim diyebilirim. Kısa film olarak da Tunahan Kurt’un Müdür (2016) isimli kısa filmini söyleyebilirim. Bu filmi her ay mutlaka en az bir defa izleyip yüzümde bir tebessümle bitiririm. Mizahını, samimiyetini çok güçlü buluyorum. Umarım ben de bir gün o naiflikte bir film üretebilirim.


Okuyucularımız sana nasıl ulaşabilirler? Sosyal medyada nasıl takip edebilirler? Sosyal medyayı olabildiğince aktif kullanmaya çalışıyorum. Özellikle sinema, hayatıma yerleştikten sonra Facebook, Instagram, Twitter’ın hem film alanında gelişmeleri, festivalleri takip etmek hem de projelerimizdeki gelişmeleri paylaşmak açısından gerekli olduğuna inanıyorum. Bu nedenle sosyal medya üzerinden rahatça iletişimde olabiliriz. Muhabbetimizi sonlandırırken eklemek/söylemek istediğin bir şey var mı? Film üretme amacımız, filmlerimizin izlenmesi ve dert edindiğimiz mesele üzerinden izleyici ile bir bağ kurmak. Sorularda bu bağı hissetmiş olmak beni çok mutlu etti ve cevaplarken beni tekrar bir yolculuğa çıkardı. Çok teşekkür ederim.

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page